Haberler,Hikayeler,İlginç Bilgiler,

    • Resmi Gönderi

    1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu senelik banyolarını da Mayıs'da yapıyorlar, Haziran'da çok kötü kokmuyorlardı.

    Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
    Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu.

    Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.
    İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir.
    Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu.

    Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu.

    Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu.

    Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bu nedenle oluştu.

    Zemin topraktı. Sadece
    Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı.
    Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu.

    Bunu önlemek için yere saman seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi.

    Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu.

    Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur.
    Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı.

    Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı..
    Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açabiliyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl Domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

    Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu.

    Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) hastalığı ortaya çıkıyordu.

    Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

    Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu.. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu.
    Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu..

    İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı.

    Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı.

    Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.. Buna mezarlık nöbeti denirdi.

    Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı.

    Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı..
    Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü.

    Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

    1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti.. 19.yy da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti.
    Liste böyle uzaaar gider.

    Ama esas dikkat çekmek istediğim konu şudur;
    1500 lü yıllarda adeta b*k içinde yaşayan Avrupa nasıl oldu da arayı bu kadar açtı?
    Bu da bizim sınavımız olsun.

    Alıntıdır

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.

    • Resmi Gönderi

    📌 Kastamonu’da 70 yıl önce “otobüs” yapılıyordu

    “Şehir değil şiir” olduğumuz yıllarda “ağır sanayi” vardı Kastamonu’da, “efsane” ustaların atölyesine “kamyon” giren ağır vasıta “otobüs” olup çıkardı, ülkenin dört bir tarafındaki otobanlar “ağlardı”…

    “Karoser” sanayisi alıp başını yürümüştü ilimizde.

    “Endüstriyel” oto fabrikalarının adım atmasına henüz yıllar vardı ülkemize, ithal otobüs fiyatları el yakıyordu, çare “el emeği” ile otobüs icat etmeye bakıyordu, öyle de oldu, ülkemizin kimi illerinde olduğu gibi Kastamonu da kendi otobüsünü kendisi yaptı…

    Kamyondan otobüs çıktı.

    “İnter”, “Vabis” misali dönemin ağır tonajlı kamyonları, her ne kadar yakıt vesaire masrafları işletmeciye çok da olsa, Kastamonulu ustaların elinde otobüse dönüştü…

    Uzun burunlu kamyonların sırtına yerleştirilen “karoser” sayesinde şehirlerarası yollar “otobüs” gördü.

    1940’ların sonundan başlamak üzere 1970’li yılların başına kadar “karoser” fırtınası esti Türkiye karayollarında, 1960’lı yıllarla birlikte “ithal ikameci” ekonomi sisteminin ülkemizde dal budak sarmasıyla yurtdışı şirketlerin yerli acenteleri “montaj” üzerine kurdukları fabrikalar ile Anadolu sanayisini tahtından ettiler…

    Kamyondan otobüs icat eden “yerli sanayi” öldü.

    1940’lı yıllarla birlikte Kastamonu’da “karoser” sanayisi oluştu…

    Hem de adeta “site” oluşturacak yoğunluktaydı.

    Kastamonu’yu yeniden “üreten” bir kafaya çevirmek, özel sektöre ekonominin başrolünü oynatmak, ili bir bütün olarak devletten çare beklemeyecek güce kavuşturmak günümüzün öncelikli görevi…

    Aksi istikamet (bugünkü rotamız) “terki diyar”.

    Evvela o “ruhu” yaratmak aslolan…

    Örnek “70 yıl öncesi”.

    Çünkü…

    Bir değerli dostumuzun sözünü yineleyerek mazinin kıymetinin altını çizeyim; “Bugün 70 yıl geriye gitsek, 170 yıl ileri gideriz”.

    Alıntı

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.

    • Resmi Gönderi

    Burda da bulunsun gerçek hikayemiz


    • Resmi Gönderi

    Yine acıklı bir kış hikayesi köyümden


    • Resmi Gönderi

    Harici İçerik www.youtube.com
    Dış kaynaklardan gömülen içerik, izniniz olmadan görüntülenmeyecektir.
    Harici içeriğin etkinleştirilmesi yoluyla, kişisel verilerin üçüncü şahıs platformlarına aktarılabileceğini kabul edersiniz. Gizlilik politikamızda bununla ilgili daha fazla bilgi verdik.

    • Resmi Gönderi

    YAŞANMIŞ
    GERÇEK BİR HİKÂYE ...

    Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör’ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti…
    Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
    Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
    Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
    Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla;
    “-Bekleriz”
    diye mırıldandı…
    Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi..
    Sekreter sesini çıkarmadanmasasına döndü..
    Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi..
    Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı.
    “-Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok”
    diyerek Rektörü iknaya çalıştı...
    Anlaşılan çare yoktu...
    Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı.
    Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı.
    Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
    Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
    Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
    Yaşlı kadın hemen söze başladı.
    Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kabetmişlerdi.
    Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
    Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi.
    “ -Madam”
    dedi, sert bir sesle,
    “-Biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner…”
    “Hayır, hayır” diyerek haykırdı yaşlı kadın..
    “Anıt değil…
    Belki, Harvard’a bir bina yaptırabiliriz”.
    Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,
    “-Bina mı?”
    diyerek tekrarladı,
    “-Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz?
    Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı…”
    Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu.
    Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi..
    Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü:
    “-Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş?
    Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?”
    Rektör’ün yüzü karmakarışıktı.
    Yaşlı adam başıyla onayladı.
    Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar.
    Doğu California’ya, Palo Alto‘ya geldiler.
    Ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları
    için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
    Amerika’nın en önemli üniversitelerinden birini: STANFORD‘u...

    ***
    "Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünün. ..."


    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.
    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.

    • Resmi Gönderi

    Evimizin arkasındaki yokuş yada rampa diyelim.O benim fotoğraflardaki klasik manzaramdır.

    Bahçeden aşağıya uzanan bir manzara

    O görünen evlerde yoktu, aşağı uzanan giden bir rampamiz vardı velhasıl küçükken.

    Hikayemiz ise karda kayak (kayık, gayık)kayma meselesi :)

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.


    "Evimizin arkası taş duvar ve yokuştur. Eskiden bomboştu, en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu... Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için... İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik... Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı... Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi, ama biraz zor olurdu... Henüz kayık yolu ne düzdür, ne de şimşirleşmiştir... Bir kaç sefer çökerek, çekerek; ellerde bir karıştan uzun değneklerle ittirerek aşağıya kadar inilirdi..."

    "En ideal kayık malzemesi naylon ayakkabıydı... Genelde genç kadın ve kızlar, gelinler yazın giyerdi, kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu bu naylon yemeniler... O da ayrı bir hikaye aslında... Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak, altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik. (Sonra mı? Ya dayak, ya fırça...)"

    "Naylon yemeni yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak, o da eski ve dişsiz olmalı... Lakin her zaman naylon bayan ayakkabısı tercih edilir... Bir de herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı. onunla da iyi kayılırdı, ama nerden bulacaksın..."

    "Böyle araçlarla kaydıkça seferler artar, ezilen ve az da olsa sulanan kayık yolu uçak pistine dönerdi... Ayaktan koşarak gelip kayık yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır... İşte o zaman en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..."

    "Arka arkaya tutunarak yola düşmek, eğer denge varsa sizi en aşağıya götürürdü. Çünkü kalabalık olduğunda ağırlık arttığından hız da artardı..."

    "Sabahtan öğleye, öğleden akşama kadar süren eğlence, hava kararınca son bulurdu; ama sadece bir iki saatliğine.. Ne zaman baba camiye gitse evden kaçılır, arkadaşlarla yine o kayık yolunda tantana başlardı..."

    "Bizim oradan köy fırınına doğru ancak bir kişinin geçebileceği bir yol vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı olarak... Çünkü kayak yolundan geçmek, hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu... Her şeyin düşmanı var, kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü. O kül eğer bir kürek değil bir avuç da olsa oradan kayarak geçmek imkansızdır. Hızla gelirsiniz, küle yapışır kalırsınız. Sonuç, karda yuvarlanmak..."

    "Külün üzerine kar atar ve tekrar ezme işiyle süreci yeni baştan başlatırdık geceleri. Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu. Baba zaten camiden direk odaya geçerdi. Anneler idare ederlerdi bizleri. Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık, lakin önce köy fırınına giderdik. Kıçımızı, paçamızı, ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekirdi. Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı. Fırının altı, insanın yüzüne vuran saman(fışkı) közü olur. O sıcaklık malumdur, açarsınız sadece simsiyah ve az da olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz. Ne zaman küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın, ışığın kırmızının ne demek olduğunu anlarsınız. Anında kendinizi daha uzağa atarsınız."

    "Bu bizim işimizdi... Yılmadan, bıkmadan ve her gün zevkle yaptığımız, o günün en iyi aktivitesiydi..."

    • Resmi Gönderi

    Ah ah o eski günler, ne güzeldi abi. Bu arada manzaraya da yabancı değilim. 🙂

    • Resmi Gönderi

    Ah ah o eski günler, ne güzeldi abi. Bu arada manzaraya da yabancı değilim. 🙂

    Evet klâsik manzaramızdır ve sende bir çok defa geldin,tam karlı bir havada denk gelmesen de biliyorsun.

    Evet eski günlerimiz bir efsaneydi Yasin

    • Resmi Gönderi

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.
    Otomatik Vitesin Mucidi - Amerikalı Sanılan Mucit Aslında Kayserili!

    1895'de Kayseri'nin Muncusun (Güneşli) köyünde fakir bir Ermeni ailesinden doğan, 1979 tarihinde Amerika'nın Ohaio eyaletinin Clevland kentindeki evinde vefat eden Asadur Sarafyan'ın dikkat çeken yaşam hikayesi… Amerika'da Oscar Banker olarak bilinen Sarafyan, otomobillerin otomatik vitesinin mucididir…

    Asadur Sarafyan

    Kayserili mucit Asadur Sarafyan, Anadolu'nun Kayseri iline bağlı eski adıyla Muncusun olan şuan ise Güneşli Mahallesi olarak bilinen köyde doğup büyüyen bir yetenek. Genç yaşta eğitim için Talas'taki Ermeni okuluna yazılan Asadur, İzmir'de öğretmenlik yapan ablasının yanına gitmek istese de annesinin ısrarıyla eğitimini tamamlamaya karar verir.

    1913'te, sadece 50 dolarla Amerika hayallerini gerçekleştirmek üzere İzmir'den ayrılan Asadur, Panonia adlı göçmen gemisiyle uzun bir yolculuktan sonra 1914'te New York'a ulaşır. İlk olarak Brooklyn'de kalan genç mucit, daha sonra Chicago'ya yerleşir ve marangozluk yaparak geçimini sağlamaya başlar.

    Asadur, iş dünyasına desinatör olarak adım atar ve Mitchell Motor Company tarafından fark edilerek çırak olarak işe alınır. Makine mühendisliği konusundaki ilgisini sürdüren Asadur, Racine Tool & Machine Company'de çizimler yaparak başlar. Bir olay, genç mucidin hayatını değiştirir; bir makineyi çalıştıramayan firma zor durumda kalınca, Asadur devreye girer ve başarılı bir şekilde problemi çözer.

    Bu olay, Asadur Sarafyan'ın makine mühendisliği kariyerine yön verir. Otomatik araba vitesini icat eden Asadur, bu buluşuyla General Motors'un dikkatini çeker ve otomatik vites, önce otobüslerde sonra tüm araçlarda yaygın olarak kullanılmaya başlar. Ayrıca, helikopter vitesi gibi bir dizi önemli icada imza atan Asadur, Amerikan Ordusu için de çeşitli sistemler geliştirir.

    Sarafyan'ın buluşları arasında havalı direksiyon, gaz pompası, hidrolik fren sistemi gibi pek çok otomotiv yeniliği bulunmaktadır. Ayrıca, portatif elektrikli testere, pres sistemleri, matbaa makineleri ve kompresörle çalışan otomatik şırınga gibi sağlık sektöründe de devrim niteliğinde buluşlar yapar.

    Hayatının sonuna kadar orta halli bir yaşam süren Asadur Sarafyan, 2 Ocak 1979'da Ohiodaki evinde kanserden hayatını kaybederken, adına 400'e yakın patent kayıtlıdır. Dünya, onu Oscar Banker olarak tanısa da, o mütevazılığını kaybetmeyen gerçek bir Anadolulu deha olarak hatırlanır

    • Resmi Gönderi

    tamam hepsini anlarimda turboshaft motora tranmisyonuda mi sen yaptin ben sarafyan abi.. Selam bell, ,boeing, sikorsky meger bizim insanimizin ekmegini yermis bunca zaman. CH-47 Chinook un ve tiltrotor teknolojili donerkanatlarin hepsinde bu abimizin parmagi oldugu kesin. :düşünceli: simdi bakindim birazda patentlerinin bir kac tanesi kayit tarihinden 20 sene sonra kullanilmis ilk sefer. olmayan bir sistemin teknolojisiniseneler oncesinden gelistirmis.

    • Resmi Gönderi

    butun teknolji ile ilgili inasnlarimiz ve merkezlerimiz kayseriye tasinmali. ben anlamiyorum bu memleketin topraginda suyunda beynin ihtiyac duydugu bisey var kesin. hepsimi kayseriden cikar bu nasil bir rastlanti :S

    • Resmi Gönderi

    Biraz daha ayrıntılı bu yazı

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.

    Büyük Mucit KAYSERİ'Lİ ASADUR...
    Sarafyan ailesi, Anadolu topraklarında, Kayseri'nin Muncusun köyünde mazbut bir yaşam sürmektedir ailenin bir kızı ve oğlu bu köyde doğmuştur.

    Zaman akıp gider, Asadur okul çağına gelir. Talastaki Ermeni okuluna yazılır.

    Asadur her seferinde annesine buralardan uzaklaşmak istediğini söyler.
    Annesi ise eğitimini tamamlamadan gitmesinin doğru olmayacağına ikna eder Asaduru.
    Aslında genç Asadur, İzmir de öğretmenlik yapan ablası Mari’nin yanına yerleşmek istemektedir.
    Ailesinin ısrarla karşı çıkmasına rağmen, 1913 yılında İzmirin yolunu tutar.
    İzmir’e yerleştikten bir süre sonra Asadur da bir Amerika’ya gitme arzusu baş gösterir.

    Bu seyahat için 50 dolara ihtiyaç vardır.
    Ablası Mari sayesinde parayı temin eden Asadur, Panonia adlı göçmen gemisiyle önce Yunanistan, sonra İtalyaya gider.
    1914te nihayet hayallerinin ülkesi Amerikaya ulaşmayı başarır.
    Bir süre New York şehrindeki Brooklyn semtinde kaldıktan sonra Chicagoya yerleşir.

    Asadur Amerikada marangozluk yaparak hayatını kazanmaya başlar.
    Mütevazı bir ev kiralayan genç adam, Talas Ermeni Okulunda öğrenmiş olduğu İngilizcesini ilerletmek amacıyla akşam kurslarına yazılır.
    Bu arada, ek bir iş bulmak için, okulun düzenlediği iş bulma kampanyasına desinatör olarak başvurur.

    Kısa bir süre sonra deneme amacıyla kendisiyle bağlantıya geçen Mitchell Motor Companyden bir yetkili, Asadurun yeteneğini takdir eder ve onu çırak olarak işe alır.

    Asadur Sarafyan makine mühendisliğine büyük ilgi duymaktadır. Ancak işe girdiği bu makine üretim tesisinde, başlangıçta sadece çizim yaptırırlar genç yeteneğe.
    Bir gün patronu Racine Tool & Machine Companyde imalat üzerine çalışması için teklifte bulunur.
    Asadur saatte 15 sent kazandığı işini bırakmakta tereddüt etmez ve gönlü makine imalatından yana olduğundan, saatte 10 sente Racine Tool & Machine Companyde çalışmayı büyük bir mutlulukla kabul eder ve yine desinatör olarak çalışmaya başlar.
    Çizdiği aletlerin veya makinelerin uygulamada ne denli başarılı olabileceğini henüz bunlar kâğıt üzerindeyken kavramaktadır yetenekli genç.
    Öyle ki, Asadurun Başarılı olamaz dediği makine çalışmaz, onayladığı makine ise sorun yaratmadan çalışır.

    Bu arada bir makine devreye sokulamadığından, aldığı siparişi bir türlü teslim edemeyen firma zor durumda kalmıştır.
    Asadur devreye girerek patronuna makineyi çalıştırabileceğini söyler ve kısa bir süre sonra işi başarıyla tamamlar.
    Makine mühendislerinin yapamadığını başarmıştır genç adam.
    Bu durumdan mutluluk duyan patronu, fabrikanın başmühendislerini işten çıkarır. Asadur Sarafyan, fabrikanın başmühendisliğine terfi eder.

    1916 yılında meydana gelen bu olay, 21 yaşındaki Asadurun hayatını değiştirir.
    Çok sevdiği makine mühendisliğini pratikten öğrenen genç yetenek, bu mesleği yaşamının sonuna kadar büyük bir başarıyla sürdürür..

    Asadur Sarafyanın en önemli icadı otomatik araba vitesidir: Aldığı arabanın vitesinden hiç memnun kalmayan Asadurun asıl amacı, yaşadığı soruna çare bulmaktır. Ancak onun başlattığı bu çalışma, bugün milyonlarca arabada kullanılan otomatik araba vitesinin doğuşu olur. Buluşunu denemek ve araba firmalarına ispatlamak amacıyla arabasına taktığı otomatik vitesle kilometrelerce yol kat eden Asadur, böylece, tarihin ilk otomatik vitesli arabasını yaratmış ve mükemmel bir şekilde çalıştırmış olur.
    General Motor devreye girer ve otomatik vites ilk olarak otobüslerde kullanılmaya başlar. Vitesin devreye girdiği iki katlı otobüsler için 7, tek katlı otobüsler için 3 dolar para ödenir Asadura.

    Genç mucit, vites üzerindeki çalışmalarını yoğunlaştırır ve bu kez helikopter vitesini keşfeder: Araba vitesinden farklı olarak çalışan bu vites sistemi Borg-Warner tarafından dünyanın en tanınmış helikopter firması Igor Skorsky için uygulanır. Bugün ise tüm helikopterlerde kullanılmaktadır.

    Asadur, deniz motorlarındaki geri vites, Amerikan Ordusu için hazırlanan ve M4 ile M6 taşıma araçlarının viteslerinin yanı sıra, yine Amerikan Ordusu için yaptığı, ancak gizli tutulan pek çok icada imza atar. Hidrolikle çalışan birçok sistem Amerikan tanklarında kullanılmıştır. Ancak saklı kaldığından bunların hangi buluşlar olduğu tam olarak bilinmiyor.

    Havalı direksiyon, arabalarda kullanılan gaz pompası, araba jantlarını otomatik olarak kesen makine, arabanın kontağı kapatıldığında sönen far sistemi, kaymayı önleyen hidrolik fren sistemi yine Asadur Sarafyanın yaratılarıdır.

    Portatif elektrikli testere de Asadur Sarafyanın ilk buluşlarındandır. Bu cihazı 1919 senesinde, kendi evinde yaptığı çalışmalar neticesinde keşfeder. İnce şerit halinde, yukarı aşağı hareket ederek dikiş makinesi gibi çalışan testere, kendi dalında bir ilktir.

    2000 tonluk pres, hidrolik yüksek basınçlı pompa, yüksek basıncı dışarı atan vana sistemi, uçaklarda kullanılan hidrolik kapı, tekerleklerin açılıp kapanma sistemi, hidrolik sistemle çalışan ağır yük kaldırma makinesi, deniz suyundan içme suyu elde edilen ilk arıtma sistemi, elektrikli testere sistemi, bugün kullanılan kitap ciltleme makinesi, 4 renkte pres usulü çalışan matbaa makinesi, uzaktan kumandalı kar temizleme aracı, testere bileme makinesi, depoya hangi açıda olursa olsun benzinin motora girmesini garanti eden gaz sistemi, iki ayrı sıvının eşit veya istenilen miktarda aynı noktaya yönelmesini sağlayan sistem ve dünya çapında yaygınca kullanılan kompresörle veya gazla çalışan otomatik şırınga (Med-E-Jet), yine Asadurun sayısız yaratıları arasında yer almaktadır.

    Otomatik şırınga sayesinde tüm Granada halkına aşı yapılmış ve Afrikada binlerce kişi çok kısa bir müddet içinde aşılanarak salgınların kontrol altına alınması sağlanmıştır. Şırınganın, kullanıldığı ilk sene 3 milyon kişinin hayatını kurtardığı belirtiliyor. Asadur Sarafyan Amerikaya göç ettiğinde büyük zorluklar yaşadığından, dolayısıyla henüz kendisine ait bir firması ve parası olmadığından buluşlarının pek çoğunu son derece cüzi fiyatlara satmış ve değerli fikirleri başkaları tarafından kullanılmıştır.

    Önemli buluşların mucidi olduğu halde hayatının sonuna kadar orta halli bir yaşam süren Asadur Sarafyanın, bugün kullanılan tren yolu aletlerinin %70ini icat ettiğini de eklemek gerekiyor.

    Bu ünlü mucit, 2 Ocak 1979da Ohiodaki evinde kanserden öldüğünde, adına kayıtlı 400e yakın patenti bulunuyordu.
    Dünya onu Oscar Banker adlı bir Amerikalı olarak tanıdı, ancak o mütevazılığını hayat boyu yitirmeyen gerçek bir Anadolulu dehadır
    Alıntı

    • Resmi Gönderi

    EŞSİZ MİMARİ

    VENEDİK KATI TOPRAK ÜZERİNE KURULMADI…

    Şaşırtıcı ama gerçek: Bu eşsiz şehir, sağlam bir zemin yerine deniz tabanına çakılmış milyonlarca ahşap kazığın üzerine inşa edildi.

    421 yılında, zamanın yıkıcı darbelerine ve mühendislik kurallarına meydan okuyarak doğdu Venedik.

    Diğer şehirler kaya zemin ya da beton temeller üzerinde yükselirken, Venedik suyun içindeki bir ahşap ormanına yaslandı.

    Evet — ahşap!

    Ama sıradan bir ağaç değil; suyun altında çürümeyen, dayanıklı kızılağaç (alder) kullanıldı.

    Bu özel ağaç, tuzlu suya gömüldüğünde ve kil tabakalarının içinde saklandığında çürümez, taşlaşır.

    Yüzyıllar geçtikçe neredeyse kaya kadar sert hale gelir.

    Ve bu taşlaşmış orman hâlâ bir şehri taşıyor…

    Aziz Mark’ın Çan Kulesi tam 100.000 kazığın üzerinde yükselir.

    Muhteşem Basilica della Salute ise tam bir milyon kazıkla desteklenmiştir.

    Her bir kazık, elle çakılmış; yarım metre aralıklarla yerleştirilmiş; üç metreye kadar deniz tabanına gömülmüştür.

    Peki neden suyun üzerine bir şehir kurulsun ki?

    5. yüzyılın başlarında İtalya, kuzeyden gelen barbar akınlarıyla sarsılıyordu.

    Halk, bu istilalardan kaçmak için güvenli yerler aradı — ve onları, çamurla sisin birleştiği Venedik Lagünü’nde buldu.

    Su, onlar için bir duvar gibiydi. Düşman geçemezdi.

    Doğa, sığınılacak bir kale oldu.

    Böylece Venedik doğdu.

    Doğayı fetheden değil, onunla uyum içinde var olan bir şehir olarak…

    Venedik, büyüyle değil;

    zekâ, ihtiyaç ve dirençle yüzüyor..

    Görünmeyenin mimarisi, bu hikayeyinin ta kendisi..

    Ve bu hikaye hâlâ batmayı reddediyor..

    Çeviri Hazal Merisana

    The content cannot be displayed because you do not have authorisation to view this content.

    • Resmi Gönderi

    Antarktika'daki buzullar için yeni keşif: "Aniden tersine döndü"

    Bilim insanları, Antarktika'da buzulların erime eğiliminin aniden tersine döndüğünü keşfetti.

    angay'daki Tongji Üniversitesi'nden araştırmacılar, Antarktika'nın on yıllardır devam eden felaket boyutundaki erime eğiliminin aniden tersine döndüğünü ve son yıllarda rekor miktarlarda buzu geri kazandığını keşfetti.

    Antarktika'nın kalıcı buz tabakası 2002 ile 2020 yılları arasında yaklaşık yirmi yıl boyunca endişe verici bir oranda buz kaybetmesine rağmen, bu eğilim 2021 yılında aniden değişti.

    Çalışma, 2021'den 2023'e kadar Antarktika'daki alışılmadık derecede yoğun kar yağışının taze buz tabakalarının oluşmasına yardımcı olduğunu ve bu olayın deniz seviyesindeki yükselişin yavaşlamasına da neden olduğunu ortaya koydu.

    Küresel ısınma nedeniyle okyanus sıcaklıkları arttıkça ve daha fazla buzul eridikçe küresel deniz seviyeleri yükseliyor ve dünyanın dört bir yanındaki büyük kıyı şehirlerini su basma tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor.

    Araştırmacılar, bu üç yıllık iklim değişikliğinin küresel deniz seviyesindeki yıllık yükselişi neredeyse yüzde 15 oranında azalttığını tespit etti.

    120 MİLYAR TON BUZ KAYBI TAHMİN EDİLİYOR

    Antarktika'daki bu son değişiklikten önce, çalışma buz tabakasının önceki yirmi yılda yılda yaklaşık 120 milyar ton buz kaybettiğini tahmin ediyordu.

    2021 ve 2023 yılları arasında Antarktika her yıl yaklaşık 108 milyar ton buz kazanıyordu. Araştırmacılar, bu şaşırtıcı sonuçların Antarktika'daki hava koşullarında geçici bir değişimi yansıttığını ve iklim şüphecilerinin eninde sonunda tekrar değişebileceğini belirttiler.